Berat Demirci’nin “Telefon Defterimdeki İsimler” isimli köşe yazısı;
“Telefon Defterimdeki İsimler”
Manyetolu telefonların kullanıldığı günler bana uzak değil; siyah üniformalı ve gayet resmiydiler.
Sağ tarafında mıydı bu telefonların bir kol vardı, şakır şakır döndürüp santrala, oradan da görüşmek istediğiniz kişiye yahut resmî daireye bağlanıyorsunuz.
Manyetolu telefonlar yetmişli yıllarda çok az evde kalmıştı ama kasabaların PTT şubelerinde demirbaş mevkiini koruyordu. Bizzat kullandım; öğretmenliğe başladığım kasabanın postanesinden acil durumlarda telefon ettiğimi hatırlıyorum.
Yaşlıca bir hanım oturuyordu, adı Subay’dı yahut lakabı; manyetoyu o çeviriyor ilçe santralına bağlanarak istediğimiz numarayı bildiriyor, biz de oturup bağlanmayı bekliyorduk. Tabii bu işlem hatların kifayetsizliğinden bazen çok uzun sürüyordu ve iptal ettirmek zorunda kalıyorduk. Galiba yetmiş sekizde filan manyetolu telefonlar kademe kademe tedavülden kalktı.
Manyetolu çakmak nasıl elektrik üretiyorsa manyetolu telefon da aynı… Manyetolu çakmaklarda kıvılcımım çıktığı yere toplu iğne tutarsanız, hafiften çarpılırsınız; manyetolu telefonun tellerini tutarsanız tepeden tırnağa çarpılırsınız.
Manyetolu telefonun elektriği öldürmeyip şiddetli acı çektiren bir dozda olduğu için beynelmilel işkence aleti olarak kullanılmıştır; şimdi teknoloji gelişmiştir, hafazanallah. Manyetolu telefonlar kalkmıştı ama şehirlerarası telefonları hâlâ santral bağlantılarıyla sürdürüyorduk; dört haneli numaralara geçmiştik. Artık hususi bir telefon defteri tutmanın zamanı gelmişti.
Benim neslim defterseverdir, cep defteri en önemli aksesuarımızdı. Hoşumuza giden mısralar, kitap adları, unutulmaması gereken adresler; hatta mahrem şeylerimiz bile deftere kayıtlıydı.
Yakın zamanlara kadar elime ayağıma dolaşan kırmızı bez ciltli ta ortaokuldan kalma defter, kullandıklarımın en güzeliydi; bazı sayfalarını yırtmıştım, bir deri bir kemik kalmıştı; uzun zamandır da görmüyorum.
Askerlikte tuttuğum defter de hangi kuytuda bilmiyorum. Şimdilerde çok kullanmıyorsam da defter taşımaya devam ediyorum. Eskiden bankalar eşantiyon cep defteri verirlerdi, belki bu hatırlatmam işe yarar; yararsa beni de görürler.
Tekin gençler değildik; birbirimizle dövüşüyor, topyekûn dövülüyorduk. Bu yüzden cep defterimize her şeyi yazamazdık. Bazı adresleri şifrelerdim, aynı alışkanlığı, telefon defterimde de sürdürdüm; fena halde ürkütülmüştük çünkü cip, cop ve cemseyle. Hususi telefon rehberi… Birinci sayfa ad soyad, emekli sicil no, vergi numarası, kan grubu…
Hemen arkasından milletlerarası ve şehirlerarası telefon kodları; geçiyoruz fihristli sayfalara. Bazı harflerin sayfaları bomboş; Türkçede bazı harflerle başlayan isim çok fazla demek ki, bazı sayfalar dolmuş, taşmış. Boş sayfaları adreslerle filan doldurmuşum, pek çoğunu ne münasebetle almışım hatırlamıyorum bile. Telefon rehberim hâlâ sağ; tıka basa dolu ama içinde çok az sayıda cep telefonu var.
Teknolojinin sevimsiz taraflarını böyle göstermelik şeylerle kınamak bana göre değil; zaten öyle bir niyetim de yok, sırf hoşuma gitmediği için cep telefonu almadım; çocuklara gecikmesiz ve tuz biber fiyatlarla aldım ama… Cep telefonu; kısaca cep diyebilirsiniz. Cebimize tehirli de olsa biz de bir “cep” oturttuk; ufak tefek bir şey ama yine de beni kurdeşen ediyor.
Sık sık unutuyorum; bulmak için, “Şu benim telefonu bir çaldırın!” yardımları alıyorum. Cebini ver, cepten ara, cebi çaldır, cebe kaydet; “cep to cep” yaşayıp gidiyoruz işte!
Farkında olmadan zaman da geçip gidiyor; hoş farkında olsan ne olacak, geri mi getireceksin! Bir de baktım ki, benim emektar telefon defterine artık ihtiyaç hissetmez olmuşum; evrensel iletişim ümmetinin(!) gönülsüz bir azası da ben olmuşum! Yok, daha neler! Böyle diyeceğinizi biliyordum ama eldeki deliller, aritmetik göstergeler maalesef öyle gösteriyor.
İş telefonumu, ev telefonumu veriyorum, kesmiyor; “Cebiniz?” diyor karşımdaki, bu soru mudur, rica mıdır bilemem. İçimden “Al sana cep!” deyip, zaman katilinin numarasını vererek öz vaktime tebelleş etmiş oluyorum. Yetmiyor; size de dokunuyor mu bilmem, “Başka hattınız yok mu?” sorusu artık sık sık sinirlerimi tahriş etmeye başladı.
Çileden çıksam da nezaketin hayatımı karartmasına ekser izin veriyorum. Telefon defterimi hayatımın sonuna kadar kullanmak istiyorum; beni arayanlar lütfen evden, işyerinden arasınlar; ödemeli arasınlar razıyım. Cebi kulağıma yaklaştırır yaklaştırmaz, aşırı rahatsız oluyorum; çınlama artıyor, tam da tarif edemiyorum.
Bir kucak laf söyledim/yazdım ama kanaatiniz olsun ki zorumdan; evet zorumdan. Bu yakınlarda İstanbul’a giderken çantamı ve ceplerimi hafifleştirdim; hem havaalanında hem de yolda belde iyi oluyor.
Telefon defterimi alıp almamakta tereddüt ettim, netice onu da evde bıraktım. Döndüğümde sabah işe giderken yanıma alayım dedim, böylesi zatî eşyayı doldurduğum başucumdaki sepete baktım bulamadım, alelacele evden çıktım.
Akşam eve vardığımda ilk işim onu sormak oldu; panik estirdim, isterseniz inanmayın. Suçlu bendim tabii, ceketlerden birinin cebine sallamışım. Peki, niye idi bunca telâşe? Niye olacak, nerden baksan otuz yılın isimleri var o defterde; o isimler, o isimler, ah o isimler!
Biliyordum başıma geleceği; bile bile sayfaları çevirmeye başladım.
Kimiyle bütün ilişkiler kopmuş, kimiyle eh şöyle böyle, kiminin telefonu beş rakamlı ve çoktan değişmiş olmalı; ama o bu dünyadan göçenler yok mu, evvel gidenler, o koydu işte. Ne kadar da akran kaybetmişim; sadece akran da değil, bizden önceki kuşaktan ağır ağabeyler, akraba, eş dost… Gönlümde hâlâ “Yaşın ne, başın ne!” diye efelenen bir ses vardı, o an fısıltıya dönüştü.
Bir de “cep”e baktım; eyvah ki, eyvah! Orada da aynı manzara; ne diyelim, üç-beş hanelik rakamlar kadar bile hükmümüz yok dünya derler bu fanide. Bilmiyorum ne yapmalıyım, isimleri silemem; nasıl olsa bir gün bu defter, sahibini de kaybedecektir.
Cep telefonunu fazla düşünmüyorum, denize de atılabilir; ama defterimin benden sonraki akıbetine hüzünleniyorum.
Büyük Sivas Haber – Sivas