Berat Demirci’nin “Sînem Üzre Göz Göz Olmuş Yaralar” isimli köşe yazısı;
“Sînem Üzre Göz Göz Olmuş Yaralar”
İnsan bin bir köşeli varlıktır. Her insanın da bir kendince “en deli köşesi” vardır. O en deli köşe aşka ve geleceğe dair umuttur. Deli köşeye, köşe köşe göz göz leyla da pek yaraşır. Ama illa bir deli köşe ve o köşede bir şey, her ne ise bir şey olmalı…
Köşeler evren gibidir, sınırlandırılamaz ve ulaşılabilen sayısı adamına göre değişir. Ve yine belki var olmasına rağmen, olduğunu fark edemediğimiz bir uzak yıldız gibi köşelerimiz de vardır. Sırf bu yazı için köşelere bilgi, algı, salgı gönderen duyu organlarının başına gelenlere bakarak sınır koymuş olalım. Duyu organları ve hususen göz, nispeten eğitilen organlardır; en zoru terbiye edilen de gözdür. En azından üç yüz yıldır fabrikasıyla, kentiyle, mektebi ve mecburi eğitimiyle neredeyse bütün dünyada baskın bir neo-insan ırkı peydahlanmıştır. Bu dönüşüm cebir ve şiddet dolu bir süreçte gerçekleşmesine rağmen ekser insan tarafından dönüşümsüz olarak kabul edilir, kader gibidir. Özgürlük adına büyük laflar edilmesine rağmen çocuklarının hayatının en az on beş yılını mektebe armağan eden babalar ve anaların aklına bir şey gelmez, hattâ rahatlatır.
Bu namussuz kapitalizm, bu ahlaksız piyasa, bu şirret “üretim evleri” azamızı köşelerimizden lif lif kopardı. Oysa dünyadan, başka bir dünya olan gönlümüze düşen her şey köşelerimizde şekil bulur: ya bir renk, bir ışıltı olarak yer alır yahut “evin dışı”na gönderilirdi. Köşe yok ki, gönle varan şekil bulsun; evin içi yok ki, dışı olsun.
Kral dairesinde, balayı süitinde, karşı karşıya yahut yan yana odalarda dolaşan, sürtünen, sürünen “bitişik nizam” bir hayat… “Evsizler” ise sokakta/lobide bekleyebilir, o da müsaadelidir. Köşeler törpülendi, köşeler hırpalandı ve insanın son dayanak noktası en deli köşe; sönmeye durmuş yıldız gibi, sistem ve istem dışı göz kırpıyor ama gönül o kadar tozlandı ki…
Sini biçimindeydi dünya… Bazen tepemizde gezdirir, bazen yere koyup etrafında halkalanırdık. “Daire dünya”nın etrafında, köşeli varlıklar olarak dizilirdik. Küreymiş, dediler, peki ama üzerine dört köşe masa oturtmak zorunda mıydınız? Böyle bir zorunluluk yok ama biz bize, diz dize oturmamız “küre dünya”nın yeni sahiplerinin istediği bir şey değildi. Oturduk ve yaşadık… Yan yanalık, ıraklık önemli değil; biz bizden yalıtılmış olarak kaşık sallamamız kâfi ve yeter şart olarak görülmektedir. Akıbet gitti köşelerimiz, döndük mü bilardo topuna…
Bilardonun tarihini eski derler, çeşidi boldur ama kastedilen Amerikan Bilardosu´dur, modernliğin bilardosu. Çok toplu oynanıyor ve her biri numaralı ve farklı renkte toplar, dikdörtgen masanın ortasına bırakılıyor. İlk vuruşta pek çok top kara deliklere sokulur ve sonra devam eder gider. Bir topu bir topa iyi hesap ederek vurdura vurdura masada tüm renkler tükeninceye kadar sürer oyun. Sonra tekrar başlar. Oyuncu kendini günceller, kara delik hep günceldir ve toplar tekrar masaya konulur.
Tık sesiyle, bir top bir topu kara deliğe yollayıp ve bir nevi oyundan düşürünce canım yanıyor. O tık sesi, kalbime bir iğne saplanmış gibi sızı veriyor. Bir de tık sesinin faili var, evet unutmadım! O da bir top aslında, sadece akıllı ve alet kullanabilen bir top; rengi bile yok, renksiz.
Böyle kalsın bu hikâye de, varsın bir “yarım yazı” denilsin. İlla bir künye gerekse, şarkıya vuralım yükü: Sînem üzre göz göz olmuş yaralar; hem köşe köşe, göz göz…